Değişmek
Yaşantımızda değişiklik yaratmak kimi zaman tedirgin edici olabilir. Bir değişiklik olduğunda kendine çok güvenen bir insan bile korkuya yenik düşebilir. Çünkü değişiklik beraberinde, karmaşa, tereddüt, öfke, endişe ve çaresizlik duygularını da getirir. Değişimin başladığını hissettiğimiz an ne olacağını tam olarak bilemiyor olmak, bu bilinmezlik içerisinde sonuçlarını öngörememek, tedirginliği yaratan duyguların kaynağıdır. Oysa değişime kapalı her şeyin tekrarlandığı bir zaman dilimini düşüncelerimizde yaratarak yaşamı kendimiz için dondurduğumuzda rahatızdır. Böylesi bir rahatlıkta karmaşa ve endişe olmadığından dolayı çaresizliğe ve öfkeye de yer yoktur. İki durumu karşılaştırmak gerekse tabi ki tedirginliğin olmadığı kargaşa, çaresizlik ve endişeye yer olmayan dünya tercih edilmelidir. Fakat böyle bir dünyayı biz ancak düşüncelerimizde yaratırız ve aslında yaşamın özüyle örtüşmeyen bu düşünce dünyamızın gün geldiğinde bir yalandan ibaret olduğunu görmek en büyük hayal kırıklıklarının, öfke ve kırgınlıkların kaynağı olur. Böyle bir noktada insan yaşama küser. Ona hayal kırıklığını yaşatan yaşamdan başkası değildir. Bu düşünce zamanı dondurmak isteyen insanın kendisine hazırlamış olduğu bir sondur aslında. Çünkü yaşamda değişmeyen tek şey değişimdir. Bunun dışında kalmak buna direnmek veya bunu reddetmek yaşamın özünü reddetmekten başka bir şey değildir.
İç dünyamız yaşamı besleyen bir pınardır. Bu pınarın kaynağından çağlayarak çıkan sular – duygular – düşünceler önceleri hiç bir sınırlamaya maruz kalmadan benliğimizi sarar. Bir insanı diğerlerinden farklı kılan herkesteki bu pınarın ona özgü olması ve sınırlandırılmadın yayılabilme gücüne sahip olabilmesidir. İnsan dünya üzerinde var olduğundan beri kendini ifade etmek adına içinden gelenleri hep dış dünyaya aktardı. Taşların üzerine resimler çizdi. Ağaç kabuklarına vurarak sesler çıkardı. Bağırdı, haykırdı.
İç dünyanın zenginliğini yaratan sınırsızlık olmasına karşın ifade edilmeye gelindiğinde sınırlamalarla karşılaşır. Sınır koyucu olan dış dünyadır. Ve benliğimizi saran o muhteşem pınarın suları dış dünyaya yöneldiğinde onu sınırlayan kıyıların arasında bir nehir olur. Her insanın bir nehri vardır. İçinden dışarıya doğru akar. Nehrin kıyıları sınır koyarken gerginliğin de kaynağı olur. Her nehir gibi bizim de nehrimiz sınırlarını genişletmek çağlayarak akmak ister. Genişleme isteği ile kıyıların varlığı gerginliğin yaşandığı yerdir. Genişleme isteğini yaratan ise değişmek arzusudur. Eğer biz değişmekten vazgeçersek bize sunulan çeşitli nehir kalıplarından beğendimiz bir tanesini kabul ederiz. Kıyıları başkaları tarafından belirlenmiş, genişliğinin ne kadar olacağı, kıvrımlarını nerede ve nasıl değişeceği önceden belirlenmiş, bizim dışımızda oluşturulmuş bir nehir yatağına içimizden gelen yaşama ait büyülü pınarın suyunu akıtmış oluruz. Her ne kadar nehir bizim adımızla anılsa da özde bize ait değildir. Ve işte dingin hayat sürmek adına değişime kapalı olanların nehirleri böyledir. Ulaşacakları denizin varlığı onlarda bir heyecan yaratmaz. Belki de bir denize ulaşma düşünceleri bile yoktur. Dışımızdaki dünya, ya da içinde bulunduğumuz doğa her şeyi ile bizi sınırlandırmak ister. Toplumlara ait kurallar, yasaklar, değişen mevsimler ya da günahlar...
İşte değişirken genişlemek isteyen, durgun aktığı sanılırken içinde anaforlar yaratan bir nehir gibi kendi yatağında denizini aramaktadır.
Risk alma korkusu, alay edilme korkusu ve bazı insanların hedeflerimizi, hayallerimizi onaylamayacağı korkusu. Tüm bunlar değişiklik korkusunu besleyen ana unsurlardır. Böylece bu korkuların toplamı amaç edinmenin ve dönüşümün düşmanı olarak karşımıza çıkar. Düşmanı ancak onun düşmanıyla yenersiniz. Ve korkunun düşmanı da cesarettir. Cesaret korkunun olmayışı değil, korkuya rağmen bir şey yapabilmektir. Korkularımız geleceğe yönelik olduğunda kaygıları besler. Öğrenciler sınıf geçme kaygısından dolayı sınavlardan korkarlar. Ders çalışırken harekete geçmiş korkuları onların çalışma enerjisini yaratan bir motivasyon olmuştur. Arka arkaya alınan sınavlardaki başarısız sonuçlar korkuyu arttırarak kaygıyı körüklediğinde bazen ders çalışmadan sınavlara hazırlanmadan zamanını boş geçiren öğrenciler görürüz. Aslında bunlar sınıfta kalmaktan ya da sınavda kötü not almaktan korkmayan cesur öğrenciler değildir. Kendi çevrelerinde sınavları ve okulu önemsemeyen cesur insanlar gibi görüldüklerini düşünseler de içine düştükleri yanılgının bedelini ağır öderler.
Onlar ki korkunun eline düştüler.
Ve onlar ki korkuları yokmuş gibi davranarak onun yok olacağını düşündüler.
Onlar ki korkuya rağmen harekete geçebilmiş olmanın cesaret olduğunu göremediler.
Çünkü onlar küçüktüler, masumdular ve bilmeyendiler.
Bunu bilen büyükler se yaşamın içinde bilgilerini kullanmadan duydukları korkular yüzünden hedeflerinden, hayallerinden vazgeçtiler.
Büyük olmak, erişkin olmak sözle değil davranışla örnek olmayı gerektirir. Davranışsa eylem demektir. Harekete geçmektir.
Suçlu olanlar, çocuklarını sadece suçlayıp örnek olmayanlardır.
Suçlu olanlar, yol göstermeyip nedeni, niçini araştırmadan sadece azarlayanlardır.
Suçlu olanlar, “onların iyiliği için, onun geleceği için” cümlelerinin arkasına sığınarak çocukları suçlayanlardır.
Oysa yaşam toprak gibidir. Gübre atarak suladığınızda ona bakarak hasada hazırladığınızda tohumlarını bekler. Toprağa düşen her tohumdan nasıl bir yaşam fışkırıyorsa insan da iç dünyasını dışındaki hayata akıtarak onu besler. Ve böylece durmadan değişen ilkbaharın renkliliğiyle dolu cıvıl cıvıl bir yaşamı aslında kendisi yaratır. Hangi nedenden olursa olsun duyulan gerginlik, sıkıntı, doğumun habercisi sancılar gibidir. Doğum gerçekleştiğinde değişimin yaşandığını, sınırların genişlediğini biliyor olmak ve kendi nehrimizin bize özgün akışını sağladığımızı görmek. Deryada damla olmak değil, damlayken derya olabilmektir.
Kaderci olanlar kaderlerini kabullendiler. Ve öyle yaşadılar.
İsyankâr olanlar, başkaldırıyorum dediler yaşadıklarının kaderleri olduğunu fark etmediler. Ne kaderci ne de isyankâr olmadan öylesine yaşayıp gidenler sessizliğin içinde ses olabileceklerini bilemediler. Yazgılarını sevenlerse korkuya, umutsuzluğa, hiç bilinmeyen bir geleceğe rağmen yürümeye devam ettiler.
“Arzularımızın dünyadan kazanılarak yerine her getirilişi, yalnızca dilenciyi yarın yine aç kalabilsin diye bugün canlı tutan sadakaya benzer.
Oysa tevekkül, miras edinilmiş mülk gibidir; sahibini tüm kaygı ve kuruntudan ebediyen kurtarır.”
Schopenhauer
“Bir şeyi çok isterseniz o isteğinizin gerçekleşmesi için tüm evren sizinle birlikte hareket eder.”
Bu cümle koskoca bir yalandır. Bizim isteğimizle ne evrenin ne de başka canlıların bir ilişkisi olabilir. Ya da harekete geçerek katkıda bulunmak gibi bir durum olur. Bu cümlede duyduğumuz isteğin içten olması ve ancak bu şekilde harekete geçeceğimizi ve harekete geçeceğimiz takdirde de isteğimizi gerçekleştirebileceğimiz ifade edilmektedir.
“Evren” bizi isteğimiz konusunda destekleyici bir kelimeden başka bir şey değildir. Çünkü bir şeyi çok ister fakat harekete geçmezsek sadece evrenin değil hiç kimsenin bizim için yapabileceği bir şey kalmaz.
Eylem insana ait özgürlüğün göstergesidir. Davranmak düşünceleri eyleme dökebilmek özgürlüğüdür. Bir konu üzerinde çok fazla yoğunlaşarak düşünmek yeterli değildir. Önemli olan düşüncelerimizin ve ürettiğimiz fikirlerin hayata aktarılmasıdır.
Yazar: Dr. Murat BİLGİLİ
Makale Tarihi: 14/04/2011
Tweet |
|